Dolar : Alış : 32.4551 / Satış : 32.5136
Euro : Alış : 34.6559 / Satış : 34.7183
HAVA DURUMU
hava durumu

malatya

- Hoşgeldiniz - Sitemizde 15 Kategoride 15943 İçerik Bulunuyor.

SON DAKİKA

YAZILI VE SÖZLÜ ANLATI

22 Şubat 2018
Ana Sayfa » Genel » YAZILI VE SÖZLÜ ANLATI
YAZILI VE SÖZLÜ ANLATI

“Yazılı ve Sözlü anlatım” sözcüklerini okuyunca çocukluğum gelir aklıma.  13-14 yaşlarında Arapgir Ortaokulu’nda Hocamızdı, Türkçemizin büyük ustası Emin Özdemir. Ortaokul sıralarında onun titizliği ile yetişmişti bizim kuşak.  Okuma zevkini tattık, yazmak için çaba harcadık. Kızdı, övdü, bıkmadan uğraştı bizimle. Yetiştiği toprağın çocuklarının aydın bir birey olarak topluma katılmasını, ilerideki görevlere iyi hazırlanmasını amaç edinmişti kendisine. O dönemin öğretmenleri idealisti. Eğitim henüz ticari bir alan değildi. Ülkede aydınlık nesillerin yetişmesi başlıca amaçtı.

Mart 1997 yılında yayınladığım “Kurutmayan Karanfili” adlı romanımın arka kapağında yer alan yazımda, hocamın bizleri nasıl yetiştirdiğini vurgulamaya çalışmıştım.

Bu filmi çok önceleri görmüştüm. Hangi filmi diye soracaksınız? Akşam saat on dokuz olunca çoğu bayanın televizyon başına koştuğu “Yalan Rüzgarı” dizi filmini. Hem de ne zaman biliyor musunuz? Daha on üç on dört yaşındayken. Duraksayacaksınız bu tümceleri okuyunca. Hafızanızı yoklayacaksınız ve “Kocaman bir yalan” diye söyleneceksiniz.

Yalan değil gerçek. Başkalarının deyişi ile realite. On üç on dört yaşımızda, benimle birlikte otuz kırk kişi seyretti her yıl bu filmi.

Çarşamba günleri öğleden sonra programda ders olmadığı halde bizler toplanırdık sınıfta. Genç Türkçe Öğretmenimiz tok sesi ile ünlü yazarların roman ve öykülerini okurdu. İlginç bir konuda veya ilginin en fazla odaklandığı noktada okumayı bırakırdı. “Yarınki Türkçe dersinde okuduğumuz kısmı tartışacağız” derdi.

Başlardı bizde bir telaş. Aldığımız notları karşılaştırırdık, tartışırdık saatlerce.

Yıl  1955-1957, Türkiye’de o tarihten on yıl sonra televizyon ilk yayınına  başladı. Ancak o günün ortaokul öğrencileri bizler, 1990 yıllarda televizyonda izlediğiniz dizi film yöntemini Türkçe Öğretmenimiz roman ve öykü okumada uygulayarak, bizlere okuma ve yazma zevkini tattırıyordu. Okur yazar olmanın ötesine taşıyarak, okur olmamız için çaba harcıyordu..”

Emin Özdemir hocamız da, saat ve zaman sözcüğü bilgi dağarcığında yoktu. Dersleri son saate rastladığında zilin çalması, ilgilendirmiyordu bizi. Yazılı anlatıma çok önem verir, çıkardığımız duvar gazetelerindeki yazılarımızı okur, beğendiklerini yerel gazetede öğrenci köşesi bölümünde yayınlatırdı. Arapgir Postası’nın yazarlığına 1956 yılında yayınlanan “Tahtalı Köy” adlı yazımla başlamıştım hocamın sayesinde. O yıllarda öğrencisi olanların çoğu, Türk bürokrasisinde önemli görevler üstlenmişlerdir.

1957 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü sınavını kazanarak öğretim görevlisi olan hocam ile 1990’lı yılların başında yani, 32-33  yıl sonra yollarımız tekrar kesişti. Ziraat Bankası Bankacılık Okulu’nda derse geldiğine “Hoş geldiniz hocam” diye elimi uzattım. Yüzüme bakarak bir süre durdu, “Tanıdım, tanıdım Arapgir’den. Ağabeyin de olacak” diye konuştu. “ “Mehmet Ferit Kotan” hocam deyince birbirimize sarıldık.

Çeşitli fakültelerde öğretim görevlisi olarak çalışan hocamla o yıllarda daha içli dişli olduk. Müdür yardımcılığı ve Müdürlük kurslarına katılan banka personeline de “Yazılı ve Sözlü Anlatım” konusunda ders verdirdik. Öğlen saatlerinin çoğunda birlikte olur, yazın hayatı ile ilgili sohbet ederdik. Yıllar sonra Türkçemizin ustasıyla buluşmayı, sohbet etmeyi değerlendirmeye çalışıyordum. Fikirlerimin, düşüncelerimin doğruluğunu test etmek fırsatı doğmuştu bana.

“Yazılı ve sözlü anlatımının temeli bilgidir” derdi hocamız. Bilgiyi elde etmek için okumak gerekir diye başlardı konuşmasına. Okur yazar olmakla değil, okur olabilmekle bilginin elde edileceğini vurgulardı.

Yazılı ve sözlü anlatımda içeriğin analiz ve sentezinin iyi yapılması, doğru sözcüklerle doğru tümcelerin kurulmasının önemi üzerinde sohbetler yapılırdı.  Yazılı ve sözlü anlatımda sözcük sayısının önemliliği, içerikler ne kadar çok farklı sözcüklerden oluşur ise derinlik ve anlam kazanacağını, sözcük sayısı dilin zenginliğini göstergesi olacağı konularında hocamız ile birlikte konuşup dururduk öğlen yemeğinde ve odamızda kahve içerken.

Yemek salonumuzu bilgi yuvası olarak tanımlardım. Hukukçu öğretim üyeleri ile hukuki konuları, iktisatçı öğretim üyeleri ile ülkenin ekonomisini, sosyal bilimciler ile toplumsal ve siyasal sorunları, konuşup tartışırdık.

Emin Özdemir hocanın yakındığı en önemli husus, okuryazar olan kitlenin dil fakirliği idi. Sınırlı sözcük sayısı ile konuşulması ve yazılmasını, Türkçemize yapılan en büyük kötülük olduğunu söylüyordu.

Bir gün betimleme üzerinde konuşurken, “Hocam yazarken zorlandığım zamanlar kendimi hemen okumaya yönlendiriyorum. Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi, Maksim Gorki’nin Ana’sı ve Yaşar Kemal’in Orta Direk romanlarına bir göz atıyorum. Bu kitaplar benim betimleme rehberimdir diyebilirim.” Konuşurken sözümü kesti “Doğrusu zaten budur. Bilgi dağarcığını durmadan yenilemektir” dedi ve ekledi “Sen kahramanları anlatırken ve olayları analiz ederken betimlemeyi içinde yapıyorsun. Oysa bazıları sayfalarca doğanın betimlemesini yapıyorlar” deyince, “Hocam kahveleri yeniliyoruz değil mi?” tümcesini araya sokuştururdum. “Bu kez çay içelim” derdi.

Okuduğumuz ve önemli gördüğümüz bazı romanlar üzerindeki düşüncelerimiz, sohbetimizin ana konusunu oluştururdu. Hocama edebiyatçıların sosyoloji ve psikoloji konusunda bilgi sahibi olmalarının gerekliliğini söylediğimde duraksadı. “Roman ve öykü kahramanlarının, içinde bulunduğu toplumun sosyal değerleri ile insanın psikolojik yapılarının nasıl etkilenebileceği hususlarını bilinmeden anlatılmasında yetersizlikler görüyorum. Roman, öykü, senaryo yazarlarının çoğunda, bence yanlış olan durum, kahramanlara düşsel yapılarının ötesinde rollerin biçilmesidir.” diye düşüncemi açıklayınca, bana “Meryem’i o nedenle mi öldürdün?” dedi. Bu kez ben duraksadım. “Kölelerimiz” adlı romanımın kahramanı olan Meryem’i Türk filmlerinden etkilendiğim için değil, Meryem’in bilinç yapısının yaşadığı koşullardan kurtulmasının yetersizliği, kişiliğini ve onurunu koruma çatışmasına girdiği için intihar ettirdiğimi anlattım. Psikolojik olarak insanın o çatışma ile yaşamasının çok zor olduğunu vurguladım. Yaşaya bilmesi için, etkilendiği düşüncelerden uzaklaşarak eski yaşam koşullarının yeniden özümsemesi gerektiğini belirttim.

Hocamın yazılarında ve söyleşilerinde okurun eleştirel yaklaşımını çok önemsediğini bildiğim için Rus yazarı Boris Suckov’un “Gerçekçiliğin Tarihi” adlı eserini dile getirdiğimde, birkaç kez sohbetimizin ana konusunu oluşturdu.

1970 yılların sonlarında söz konusu kitabı okumuş ve “Edebiyatta Gerçekçilik” başlıklı yazdığım yazı Petek Dergisi’nde yayınlanmıştı.

Yazın hayatında çok tartışılan Köy Romanı – Kent Romanı tartışmasını Boris Suckov’un değindiği konular üzerinden hocamın fikirlerinden yararlanmak istiyordum. Yazarın gökten zembille inmediği, içinde yaşadığı toplumun ürünü olduğu, bilgi dağarcığında olanları çeşitli sosyal olay ve olgularla özdeşleştirerek yazan bir kişi olduğu, bilmediği ve yaşamadığı değerleri yazmasının toplumsal değişimlerle açıklanamayacağı gibi konuları, çeşitli açılardan değerlendirdik diyebiliriz. Boris Suckov’un toplumsal değişimlerin, her zaman değişim içinde bulunan edebiyat yapıtlarını nasıl etkileyebileceği konusunda ki görüşlerini, birkaç kez dile getirdik.

Dört beş yıl süren bu birliktelikte hocamın yeniden öğrencisi olmuştum. Bilgi dağarcıklarımı onun anlatılarıyla doldurdukça, kendimi daha güçlü hissediyordum. Sözcükler oyuncağım olmuştu yazı yazabilmek için.

Hakkın rahmetine kavuştuğu tarihte (1 Eylül 2017) Dikili’de olduğum için cenazesine katılarak son görevimi yapamadım hocama. IŞIKLAR İÇİNDE YATSIN…

YORUMLAR

İsminiz

 

E-Posta Adresiniz

Yorumunuz

İlgili Terimler :
TemaFabrika